9.03.2014

Ada

Nisan 2009
Yağışlı bir kış günü adaya gidiyorum. Amaçsız dolaşıyorum. Pencere ve kapılardaki zamanın izleri yaşananları, sokakların kıvrımları hayal kırıklıklarını ele veriyor. Ada öyküm hala yarım, bitmemiş öyküler de yaşanamamışlıklar gibi tüketiyor içimi.

Anam koymuş ismimi. Aylar, yıllar, gelip geçti. Eski benden geriye sadece ismim kaldı. İnsanın sürekli aynı isimle yaşaması ağır bir yük. Adaların da isimleri değişmiyor, hiçbir şey aynı kalmamışken.
Kıyıdaki balıkçının denize bakışı, martının iskeledeki bekleyişi, sevgilisinin elini tutan kadının gülüşü, masanın altındaki kızın kendi kendine oyunu değiştirebilir mi ânı, karışabilir mi bugünün geçmişiyle geçmişin geleceği. Ne çok öykü gizli Ada’nın kuytularında.

Gri, renksiz, soğuk bir gün. Yağmur çiseliyor. Islanarak yürümeyi özlemişim, keyifleniyorum. Yollar dar, asfaltlanmış, kaldırımlar yüksek, hiç böyle hatırlamıyorum. Yağmur iz bırakamamanın hüznüyle akıp gidiyor. Bir fayton geçiyor yanımdan.
Önde gri ceketi ve kasketiyle dimdik oturuyor Rıza Efendi. Kırbacını ıslık çaldırtarak rüzgârda şaklatıyor. Yanında oturan çocuk atların gemlerini tutuyor. Gözleri ışıl ışıl, dünyanın kontrolü elindeymiş gibi ciddi. Yağmurun ıslattığı gözlüğümü siliyorum. Kayan faytonu tutmak için çabalayan atların ayakları titrek, bedenleri bükük. Çektiklerini göstermek istemezcesine, birbirinden uzaklaşmaları içimi acıtıyor.

İnsanlar mı değişir, anıları mı? Aynı hikâyeleri, aynı insanlardan defalarca dinledim, her seferinde farklı. Bazen kızar, bazen üzülürüm değiştiriyorlar veya unutuyorlar diye. Onlar değiştikçe, anılarının da değişebileceğini hiç düşünememişim şimdiye dek.

Fayton yolunda yürüyorum. Otel- pansiyon tabelaları ağaçlardan daha çok. Bakımlı tek tük köşk, hala dimdik ayakta, acaba bu kadar şatafatlı bir girişe köşkün mü, sahiplerinin mi ihtiyacı var? Bahçelerde kocaman asırlık ağaçları görebilmeyi arzuluyorum. Ahşap evler yaşananların, anıların yüküne dayanamadığından mı vazgeçmişler direnmeye! Yerlerini bir yere ait olamayacak yeni binalara terk etmişler. Yollar köşklere, çamlar denize uzak. Her bahçeye, her pencereye tanıdık bir şey bulmak umuduyla bakıyorum. Oysa herkes ve her şey çoktan taşınmış.

Yokuşla başlıyor iplikler, ağaçlardaki çaputlar. Renkler dileklere karışmış, umutlar makaralarda. Yolun yarısında Açık Hava Felsefe Bahçesi ve bir genç şair. Kendi şiir kitaplarını ve sevdiği yazarların okunmuş, anılarla yüklü kitaplarını sunuyor gelip geçene,  gelip durana. Doğadaki köşesinde, bisikleti ve radyosuyla mutlu. Şiir kitabını imzalıyor benim için. Kilisenin girişinde yanan mumlar, geleceğe taşıyor bugünün arzularını. Geçmişime şükrediyorum.

Çocukken geceleri rüyaları bir çizen bir de boyayan olduğuna inanırdım. Şimdilerde bir de silen eklenmiş takıma. Rüyalar artık yalnız gecelere ait değil, çok da karmaşık.
Asansör sırasında insanlarla beklemeyi sevmezdim, sıcağa, yüküme aldırmadan yürürdüm yokuşu, Ağaçların arasından iniyorum sahile. Kaşarlı tostun ve ev yapımı limonatanın kokusu, toprağın kokusuyla karışmış. Etrafta kimse yok, şarkılar, tezahüratlar köşe bucakta. Kantinin arkasına doğru ilerliyorum. Yaklaştıkça basket topunun sesi kalp vuruşlarıma karışıyor. Duvarlar hareketli, potalar yamuk, topun denize kaçmasını engelleyen file ağların yerinde, yükselip inen tel örgüler. Yeşil takım antrenmanda. Kemik rengi raf ayakkabılardan tanıyorum kendimi. Yüzler silik, sadece sesleri duyuyorum. Maç yorumlarına gözyaşları, galibiyet çığlıklarına aşklar, ayrıklık acıları karışmış, her yerde bir taraftar coşkusu. Ayırt edemiyorum sözcükleri, hisler içimde taptaze. Uzaklaşıyorum o çok bildik, tanıyamadığım sahadan. Akın Ağabey’in sesi yankılanıyor denizde: Alkışlayın Sanatkârı.

Çarşıda bir kadın, yanında bir küçük çocuk. Fırından üstü beyaz şekerli kurabiyelerden ve deniz kabuğu şeklinde tuzlu, çöreotlu bisküvilerden alıyorlar, Konyalı Manavından üzüm ve incir. Gazete almak için Rum Bakkal’a, sonra balıkçı Tanaş’a gidiyorlar. Yolda karşılaştıkları herkes tanıdık, kısaca hal hatır soruluyor. Tanaş fırçalıyor oğlanı, bitmeyen sorularından sıkılıyor besbelli, kadının sabrı sonsuz sanki.

Yolun sonundaki ağacın yanından yokuşu çıkıyorum. Bahçe kapısından giriyorum içeri, sağdaki daire. Perdeler kapalı. Öne dolanıyorum. Şeftali ağacım yok! Mavi dolap kapının arkasında, üzerinde bavullar, pembe damarlı lambanın kenarı hala kırık. Yemek masasının altında sarı saçlı bir kız çocuğu. Divanın üzerinde bir kadın, ayaklarını altına almış, kitap okuyor, oğlu yanında. Kapının pervazına yaslanıyorum, gözlerimi kapıyorum. Ölüm şeklindeki sırrın manasını, Bin atlı akınlardaki çocukları, Karayılan’ı ve Başları saçlı Ahaylılar’ı dinliyorum. Uzaklaşıyorum.

Güneş batıyor. Hava sert. Motora yetişmek için hızlanıyorum. Saçlarım yüzümü dövüyor, nefesim kesiliyor. Özlemişim denizi, martıları izlemeyi, motorun halatından sıçrayan damlaları yüzümde hissetmeyi. Karanlığa ve soğuğa rağmen dışarıya oturuyorum. Üşümek iyi geliyor. Ellerim cebimde, ayaklarım demirlerde…


Gece sağır ve kör. Şehir ıslak. Koltuğun üzerine kıvrılmış kadın uyanır. Zorlanmadan kalkar, yarım bıraktığı öyküsünü bitirmek için bilgisayarının başına geçer. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder