Gün ağarıyordu. Avluyu yeşilimsi bir gri
kaplamıştı. Havada portakal çiçeği kokusu. Neyin gerçek, gerçeğin ne olduğu
belirsiz. Bulutlar yerlere inmiş, ağaçlar mavi.
Gün ağarıyordu, yine yan yanaydılar. Ayrı
kentlere gitmeden önce, içlerindeki boşluğu hiç hissetmemişlerdi. Birlikte olmak
yetiyordu, beraber oynuyor, çölü hayal ediyor, fillerle yolculuklara
çıkıyordular. Sadece taburelerle yarattıkları helikopterleriyle yalnız
havalanıyor, kendi yıldızlarına uçuyorlardı. Sonra ders kitapları girdi
aralarına, hayalleri hep farklıydı. Kıvırcık sarı saçlıydı Leyla, üçlünün
direği. Top peşinde koştursa da Atilla, yüreğinde taşıyordu Onu, o zaman da,
uzaklarda da. Ömer yakışıklı ve hassastı, mavi gözleriyle herkesin
yüreğindeydi. Açıklayamadı hiç içindekileri, kendine bile.
Gün ağarıyordu. Nefesler artık sessiz,
renkler yorgun. Gözlerde aşk, yürekler paramparça. Bir neyzen, bir kanuni, iki
solist, bir udi, bir mazharzen, bir sarod ve bir tabla üstadı. Her biri başka
bir diyardan, bir başka kadim kültürün bağrından kopup gelmiş, sözleri ve sesleri
farklı, aşkları özleri bir. Bilinenden gelip bilinmeyene uzanan, ortak bir
arzunun peşinde giden, paylaşmanın, meşkin izindeki ruhlar, dostlar sarmış
müzisyenleri, hepsinde aynı merak “Üstadımız, şöyle gönlünüzde ne vardır bu
akşam….. biz aşıklar için?” diye sorarlar.