Mayıs 2014
“Harflerden
yollarım, sözcüklerden duvarlarım, fırçalardan kapılarım vardı, pencerelerim fotoğraflarımdı.
Bağrımdaki yıkıcı, yakıcı, yok edici yaratık nadiren uyurdu.”
Noktasız virgülsüz konuşuyordu. Neydi anlattığı,
belki bir masal, belki eski bir film. Sokakların ılık, evlerin soğuk olduğu
mevsimdeydik. Evin en sıcak yeri mutfaktaydım, yanıma geldi, oturdum, oturdu.
Hiç bu kadar sık uğramazdı. Daha iki gün önce gelmiş, nerdeyse hiç konuşmadan
sade kahvesini içmiş ve hemen kaybolmuştu. Ben mi çağırıyorum, o mu gençliğiyle
kavga ediyor? Sabahtan beri sözcüklerin ve sözlüklerin arasında sıkışmıştım,
burnumdan soluyordum, mola bana da iyi gelir, sevindim. Konuşuyordu,
dinlemekten vaz geçtim, uzaklardan geçen bir yelkenliymiş gibi izledim. Ağlamış
mıydı? Belki uykusuzdu, gözleri çipil çipildi. Bakışındaki parlaklığı gözlüğünün
camı mı matlaştırmış, insanın göz rengi de solmaz herhalde. Tavanda boyalar nasıl
da kabarmış, her biri patlamak üzere bir yanardağına benziyor. Bunlar da benim yaratıklarım…
Saçları omuzlarında, gür kıvırcık. Gençliğinde hep kısacıktı. En çok pantolon
giydiğine şaştım, bluzu, yeleği ile benden genç görünüyor, bu kesin. Kot eteğime,
göğsü ve dirsekleri akmak üzere olan yün kazağıma baktım. Ne görüntümü, ne
giydiklerimi beğendim. Elleriyle konuştuğunu hiç fark etmemişim. Parmakları
sözcüklerine yol açıyor sanki. Ben konuşurken oysa, ellerimi nerdeyse
suçlularmış gibi saklarım.
Çince konuşsa daha kolay anlardım herhalde.
Kendi geçmişi miydi söz ettiği, gencecik öldürülenlerin kaderi mi, inançları
nedeniyle dağlarda yaşamaya zorlananların çileleri mi titretiyordu sesini,
uzaklardaki gençliği mi. Evinde, arabasında, yolda katledilen onca insan için
be yaptın be kadın? Dertlenmek yeter mi sanıyorsun! Saçmalama. Onca yaşanan,
onca hikâye, hala bir yeni yetme gibi debeleniyor. Yaptıklarını,
yapabildiklerini biliyorum, sözleri başka telden çalıyor. Dönüp dolanıp arpa
boyu yol gidemiyor. Bu yaşta bu kadar soru, ne iş? Hiç mi, hiç mi?!... Dolap
kapağındaki çatlağa gözüm takıldı. Eskiden yoktu. Bir çatlağa, bir yüzüne
baktım.
“Ve işte tam da bu yaşta.” dedi. Yüzü yumuşacıktı,
belki hiç olmadığı kadar, şaşırdım. Kahve saatiydi, kalktım. Konuşması bölündü.
En sevdiğim kadehlere birer rakı koydum, biraz da beyaz peynir, yanına maydanoz
ve nane. Yeşil ile büyülü beyaz çok yakıştı. Nasıl anlattırsam dememe kalmadı,
rakı yolculuğu başlattı bile.
“Bu yaşta da yarın bilinmez. Bugüne kadar hiç hayal kurmamışım. Şimdi bini bir para. Bu iş dertliymiş. Neye el atsam, başka bir şeye zaman kalmıyor. Sonsuz zamanım olduğuna inandığım zamanlar çok uzak artık. Yazarsam, fırçalarım katılaşıyor, okursam, kalemlerim küsüyor. Oysa en büyük düşüm, renklerimle sözcüklerimi ve fotoğraflarımı birleştirmek, birbirine eklemek. Belki böyle dolar o boşluk. Ne beyazdı atı, ne de prensti, ondan önce boşluk o kadar acı değildi. Yaşamak istiyorum, Tibet’te, Moğolistan’da yaşamak istiyorum! Hindistan’ın güneyini gezmek, oradan Hanuman’la beraber maymunların oluşturduğu köprüden Sri Lanka’ya geçmek istiyorum. Boğaz’a daha doyamadım, yağmuruna, sisine, martısına. Adada kahvaltı, Kavak’ta midye, Köprü altında rakı balık.
“Bu yaşta da yarın bilinmez. Bugüne kadar hiç hayal kurmamışım. Şimdi bini bir para. Bu iş dertliymiş. Neye el atsam, başka bir şeye zaman kalmıyor. Sonsuz zamanım olduğuna inandığım zamanlar çok uzak artık. Yazarsam, fırçalarım katılaşıyor, okursam, kalemlerim küsüyor. Oysa en büyük düşüm, renklerimle sözcüklerimi ve fotoğraflarımı birleştirmek, birbirine eklemek. Belki böyle dolar o boşluk. Ne beyazdı atı, ne de prensti, ondan önce boşluk o kadar acı değildi. Yaşamak istiyorum, Tibet’te, Moğolistan’da yaşamak istiyorum! Hindistan’ın güneyini gezmek, oradan Hanuman’la beraber maymunların oluşturduğu köprüden Sri Lanka’ya geçmek istiyorum. Boğaz’a daha doyamadım, yağmuruna, sisine, martısına. Adada kahvaltı, Kavak’ta midye, Köprü altında rakı balık.
Kıskandım. Hayır, acayip öfkelendim. İnsaf
et be kadın, hayal meyal değil bunlar, düpedüz arsızlık. Hiç mi yeter
bilmiyorsun, hep mi daha fazla, hepsi mi? Yoksa hiç yaşamadın, ondan mı bu hezeyanların?
Öyle bir baktı ki, sanki yıkıcı yaratığını yüreğime sapladı, sarsıldım. Kan
beynime sıçradı, yüreğim daraldı. Kızardım, dönüp yüzümü sakladım. Kızdım, hala
taşıdığı heyecana, isteğe kızdım. Ben ne zaman kaybettim ateşimi, yoksa hiç yanmadım
mı? Ya beyaz atlı prens, ya bekleyip durmak? Tam ‘git benim işim var,
çalışmalıyım’ diyecekken, her şey rakının büyülü beyazlığına dönüştü.
Boşalmış kadehini doldurdu. Biraz daha buz
istedi. Üçüncü kadehiydi galiba. Dokunur mu? Ben daha birincisi bitirmedim, başım dönmeye
başladı bile. Kocaman bir yudum aldı. Son sözcüğünü unutmamış:
“Sonra soruyorum, hakkım var mı, ya vaktim,
cesaretim? Cevaplayamıyorum.“
Keşki sadece kahve içseydik, şöyle bol
köpüklü, insanı kendine getiren bir sade kahve “En zoru, kullanılmamış
biletleri taşımak galiba. Oysa biliyorum, bu ağırlıkların karbondan elmas yapan
basınç gibi bir güç olduğunu. Bilmenin de değeri kalmıyor, hele üçüncü kadehten
sonra.“
Bir molaydı istediğim. Rakıdan sonra kafamı
nasıl toparlayabileceğim? Vakti doldu herhalde, aniden kalktı. Dimdik! Kadehindeki
son yudumunu bitirdi, usulca masanın üzerine bıraktı. İskemlesini yerine
yerleştirdi. Dolap kapağına yaklaştı, parmaklarını çatlağın boyunca gezdirdi,
incitmekten korkarcasına yavaşça.
“Çok
zamanını aldım. Biraz yürüyeceğim, hareket iyi gelir. Hava da yağacakmış. Yağsın,
severim ıslanmayı. Bana müsaade! Allah tekrarını nasip etsin bu sabah
rakısının!”
Yanıma geldi, kafamı okşadı usulca. Saçlarımı
öptü. Arkasını döndü. Kapıdan çıktı ve uzaklaştı. Öpüşündeki özlemi bana
bıraktı.
Giden kim, kalan kim bilemedim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder