3.12.2014

KİM


Kırgınlıklar
Mayıs 2014 

 “Harflerden yollarım, sözcüklerden duvarlarım, fırçalardan kapılarım vardı, pencerelerim fotoğraflarımdı. Bağrımdaki yıkıcı, yakıcı, yok edici yaratık nadiren uyurdu.”
Noktasız virgülsüz konuşuyordu. Neydi anlattığı, belki bir masal, belki eski bir film. Sokakların ılık, evlerin soğuk olduğu mevsimdeydik. Evin en sıcak yeri mutfaktaydım, yanıma geldi, oturdum, oturdu. Hiç bu kadar sık uğramazdı. Daha iki gün önce gelmiş, nerdeyse hiç konuşmadan sade kahvesini içmiş ve hemen kaybolmuştu. Ben mi çağırıyorum, o mu gençliğiyle kavga ediyor? Sabahtan beri sözcüklerin ve sözlüklerin arasında sıkışmıştım, burnumdan soluyordum, mola bana da iyi gelir, sevindim. Konuşuyordu, dinlemekten vaz geçtim, uzaklardan geçen bir yelkenliymiş gibi izledim. Ağlamış mıydı? Belki uykusuzdu, gözleri çipil çipildi. Bakışındaki parlaklığı gözlüğünün camı mı matlaştırmış, insanın göz rengi de solmaz herhalde. Tavanda boyalar nasıl da kabarmış, her biri patlamak üzere bir yanardağına benziyor. Bunlar da benim yaratıklarım… Saçları omuzlarında, gür kıvırcık. Gençliğinde hep kısacıktı. En çok pantolon giydiğine şaştım, bluzu, yeleği ile benden genç görünüyor, bu kesin. Kot eteğime, göğsü ve dirsekleri akmak üzere olan yün kazağıma baktım. Ne görüntümü, ne giydiklerimi beğendim. Elleriyle konuştuğunu hiç fark etmemişim. Parmakları sözcüklerine yol açıyor sanki. Ben konuşurken oysa, ellerimi nerdeyse suçlularmış gibi saklarım.

Çince konuşsa daha kolay anlardım herhalde. Kendi geçmişi miydi söz ettiği, gencecik öldürülenlerin kaderi mi, inançları nedeniyle dağlarda yaşamaya zorlananların çileleri mi titretiyordu sesini, uzaklardaki gençliği mi. Evinde, arabasında, yolda katledilen onca insan için be yaptın be kadın? Dertlenmek yeter mi sanıyorsun! Saçmalama. Onca yaşanan, onca hikâye, hala bir yeni yetme gibi debeleniyor. Yaptıklarını, yapabildiklerini biliyorum, sözleri başka telden çalıyor. Dönüp dolanıp arpa boyu yol gidemiyor. Bu yaşta bu kadar soru, ne iş? Hiç mi, hiç mi?!... Dolap kapağındaki çatlağa gözüm takıldı. Eskiden yoktu. Bir çatlağa, bir yüzüne baktım.
“Ve işte tam da bu yaşta.” dedi. Yüzü yumuşacıktı, belki hiç olmadığı kadar, şaşırdım. Kahve saatiydi, kalktım. Konuşması bölündü. En sevdiğim kadehlere birer rakı koydum, biraz da beyaz peynir, yanına maydanoz ve nane. Yeşil ile büyülü beyaz çok yakıştı. Nasıl anlattırsam dememe kalmadı, rakı yolculuğu başlattı bile.
 “Bu yaşta da yarın bilinmez. Bugüne kadar hiç hayal kurmamışım. Şimdi bini bir para. Bu iş dertliymiş. Neye el atsam, başka bir şeye zaman kalmıyor. Sonsuz zamanım olduğuna inandığım zamanlar çok uzak artık. Yazarsam, fırçalarım katılaşıyor, okursam, kalemlerim küsüyor. Oysa en büyük düşüm, renklerimle sözcüklerimi ve fotoğraflarımı birleştirmek, birbirine eklemek. Belki böyle dolar o boşluk. Ne beyazdı atı, ne de prensti, ondan önce boşluk o kadar acı değildi. Yaşamak istiyorum, Tibet’te, Moğolistan’da yaşamak istiyorum! Hindistan’ın güneyini gezmek, oradan Hanuman’la beraber maymunların oluşturduğu köprüden Sri Lanka’ya geçmek istiyorum. Boğaz’a daha doyamadım, yağmuruna, sisine, martısına. Adada kahvaltı, Kavak’ta midye, Köprü altında rakı balık.
Kıskandım. Hayır, acayip öfkelendim. İnsaf et be kadın, hayal meyal değil bunlar, düpedüz arsızlık. Hiç mi yeter bilmiyorsun, hep mi daha fazla, hepsi mi? Yoksa hiç yaşamadın, ondan mı bu hezeyanların? Öyle bir baktı ki, sanki yıkıcı yaratığını yüreğime sapladı, sarsıldım. Kan beynime sıçradı, yüreğim daraldı. Kızardım, dönüp yüzümü sakladım. Kızdım, hala taşıdığı heyecana, isteğe kızdım. Ben ne zaman kaybettim ateşimi, yoksa hiç yanmadım mı? Ya beyaz atlı prens, ya bekleyip durmak? Tam ‘git benim işim var, çalışmalıyım’ diyecekken, her şey rakının büyülü beyazlığına dönüştü.
Boşalmış kadehini doldurdu. Biraz daha buz istedi. Üçüncü kadehiydi galiba. Dokunur mu? Ben daha birincisi bitirmedim, başım dönmeye başladı bile. Kocaman bir yudum aldı. Son sözcüğünü unutmamış:
“Sonra soruyorum, hakkım var mı, ya vaktim, cesaretim? Cevaplayamıyorum.“
Keşki sadece kahve içseydik, şöyle bol köpüklü, insanı kendine getiren bir sade kahve “En zoru, kullanılmamış biletleri taşımak galiba. Oysa biliyorum, bu ağırlıkların karbondan elmas yapan basınç gibi bir güç olduğunu. Bilmenin de değeri kalmıyor, hele üçüncü kadehten sonra.“
Bir molaydı istediğim. Rakıdan sonra kafamı nasıl toparlayabileceğim? Vakti doldu herhalde, aniden kalktı. Dimdik! Kadehindeki son yudumunu bitirdi, usulca masanın üzerine bıraktı. İskemlesini yerine yerleştirdi. Dolap kapağına yaklaştı, parmaklarını çatlağın boyunca gezdirdi, incitmekten korkarcasına yavaşça.
 “Çok zamanını aldım. Biraz yürüyeceğim, hareket iyi gelir. Hava da yağacakmış. Yağsın, severim ıslanmayı. Bana müsaade! Allah tekrarını nasip etsin bu sabah rakısının!”
Yanıma geldi, kafamı okşadı usulca. Saçlarımı öptü. Arkasını döndü. Kapıdan çıktı ve uzaklaştı. Öpüşündeki özlemi bana bıraktı.

Giden kim, kalan kim bilemedim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder