23.07.2013

Çöl


Tar Çölü - Racastan
2011

Büyünce Japon radyosu olmayı hayal ediyor, ancak uçmaktan ölecek kadar korkuyordum. Çöl tutkum, çölü keşfetme, çölde yaşama arzum o sıralarda doğdu galiba. Neyin neden olduğunu hiç bilemedim.
Çöl, belirsizlik demek değil mi? Evet, tam da bu belirsizlik çekiyordu beni. Çöl nerde başlar, nerde biter acaba, ya da başlayıp biter mi? Neye benzer, ya da bir şeye benzer mi?
Çöl, özgürlük çağrıştırıyordu. Gördüğünü,  hissettiğini, duyduğunu, kokladığını, o anına göre, konulmuş kurallardan, tanımlanmış sınırlardan bağımsız algılama özgürlüğü!
Benim dışımda her insanın, her eşyanın, her kuralın aynı kalıp, sadece benim sürekli değişme, dönüşme görevim, kaçma yolları yaratmayı öğretti, büyürken. Sınırlarla, kurallarla katılaştıkça, oluşan her yeni kabuğum daha çok acı veriyordu. Değişirken ya da direnirken, değişiklikleri fark edebilmek için belki esnemeliydim, dönüşümü algılamamak için belki donuklaşmalıydım. Buza dönüşürken su gibi akamamanın zorluğunu yaşıyor, ancak anlayamıyordum. Kum katı parçacıklardan oluşmuşken, akması eşitlik değil miydi, değilse özgürlük böyle anlatılamaz mıydı? Gerçek eşitliği, mutlak özgürlüğü sadece çölde bulmayı umuyordum.
Odalar toplu olmalı, sürgüler düzgün, eşyalar katlı. Yatmadan çanta toplanmalı, giyilecekler hazırlanmalı. Kapılar açık, ışıklar kapalı olmalı. Yemek seçilmemeli, tabaktakilerin tamamı bitirilmeli, itiraz edilmemeli, ağlanmamalı, sokakta bir şey istenmemeliydi. Eğlenceyi hak edebilmek için, çok çalışmalı ve tüm sorumluklar yerine getirilmeliydi!

Bir an önce büyümek ve artık Japon radyosu olmak için can atıyordum, ancak değişmek yetmişti. Büyümemi durdurabilsem! Büfenin üzerindeki saatin sarkacını yerinden çıkarıp, saati ilk yönlendirme denemem sonunda cezalandırıldım, kum fırtınasından beterdi. Yıllar boyunca, zamanı yok sayma becerilerimi çok geliştirdim, kendimi gerçekleştiremediğimi anlayamadan.
Zaman akıyor derler, aslında gerçekleşen sadece harekettir. İnsanlar gider, ağaçlar büyür, dalgalar yer değiştirir, güneş batar, doğar, sonra yine batar, hilal dolunaya tamamlanıncaya kadar sürekli büyür, eksilerek yok olur, sonra hilal olarak yeniden doğar. Arabalar gider, gemiler yüzer, tanklar ezer, kurşunlar vınlar, uçaklar uçar. Hareket etmezsem zamanı durduracağımı sandım, kaldım, durdum, dura kaldım, durup durdum, kalakaldım, büyük, kesik, uzun, kısa, derin, yüksek hareketler yapabilecekken.
Son yemeğin yenebileceği kadar büyük bir masa, tek bir iskemle. Her yer, köşe bucak sayısız kitap, kimi açık, birkaçı kapalı, hepsi kocaman, çok çok eski zamanlardan, çok kalın, belki incecik.  Her şey kumdan, sadece kum renginde, yer gök kum, her zaman kum.
Yavaşça ve zorlukla ilerleyebiliyordum. Yolda bildiğim hiçbir canlıya rastlamadım, ne bir yılan, ne bir kartal, ne bir fil. Sadece kum ve ben.
Bacaklarım İstanbul’un fethinde kullanılan o kocaman zincirlerle bağlanmış, kollarım tonlarca yük altında, bedenim bir serçe hafifliğinde, yükseliyorum masaya doğru, yaklaşıyorum kitaplara doğru. Kocaman bir kum saati taşıyarak, kum dolu bir saatin üzerinde uçarak… Kum tepelerinin üzerine uzanınca, hareketler sessiz ve ıssız. Kumun üzerine basınca, uğultulu tepelerin ilerleyişi coşkulu. Saat durdu, ben durdum, kum aktı, ben uçtum, masaya ulaştım.
Kitaplardan sadece birinde turuncu bir şerit vardı, elime aldım. Sanki bin yıllık, sanki yepyeni. Kumdan, kum renginde, rengârenk, sarı boz bej, turuncu şerit, turuncu ayıraç, turuncu başlık. Büyüklüğünden taşıyabilir miyim derken, hafifliğine şaştım. Şöyle bir gezindim sayfaların arasında, bir fotoğraf, renkli, canlı, mutlu, bir kız çocuğu, sarışın, kıvırcık saçlı, yanındaki babası herhalde, kim öyle şefkatle tutabilir kızın elini. Başka fotoğraf aradım. Sanki yazılmamış, yarı boş veya bomboş sayfalar art arda, sonuna ulaşabilmek için boşuna uğraştım, çevirdiğim anda yeni boş kum sayfalar ekleniyor. O kızı bulmak istedim bir daha, sadece tek bir fotoğraf buldum, yalnız, yapayalnız bir kız çocuğu, sarışın, kıvırcık saçlı, söyleyeceği sözcük sanki ilk hecesinde donmuş, elleri boşta asılı kalmış. Başım döndü, gözüm karardı, her taraf kum.
Uzun süre yaşadık kitap, ben ve o kız çocuğu. Her seferinde başka bir öykü, başka bir fotoğraf buldum. Kum kadar çok, kum tanesi kadar biricik ve sıradan. Okudum mu, yazdım mı? Anladığım oldu, anımsadığım, bazen sözcükler, cümleler yetersiz, sayfalar çok anlamsız geldi. Kitabın sonu, kum tepeleri kadar uzak, kum fırtınası kadar zorlayıcı, belirsiz ve boştu. Saatlerce okuyup, bir sayfa bitiremediğim denemelerim oldu, tek bir an bile akmadan sayfalarca okudum. Ve kuma teslim oldum. Kurallar geçerliliğini yitirdiler. Öğretilenlerle yol alınamıyordu. Zaman değişken, kum akışkandı. Zaman kum saatinin içinde saklıydı.

Zamanlarca yürüdüm. Uçmayı deneyebilirim.
Çöl, yüreğimde! Yolculuğum, turuncu ayıraçlı kum kitabında!
Japon radyosu olmak için çok zamanım var, biliyorum!

14 Temmuz 2013
Ortaköy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder