Gün ağarıyordu. Avluyu yeşilimsi bir gri
kaplamıştı. Havada portakal çiçeği kokusu. Neyin gerçek, gerçeğin ne olduğu
belirsiz. Bulutlar yerlere inmiş, ağaçlar mavi.
Gün ağarıyordu, yine yan yanaydılar. Ayrı
kentlere gitmeden önce, içlerindeki boşluğu hiç hissetmemişlerdi. Birlikte olmak
yetiyordu, beraber oynuyor, çölü hayal ediyor, fillerle yolculuklara
çıkıyordular. Sadece taburelerle yarattıkları helikopterleriyle yalnız
havalanıyor, kendi yıldızlarına uçuyorlardı. Sonra ders kitapları girdi
aralarına, hayalleri hep farklıydı. Kıvırcık sarı saçlıydı Leyla, üçlünün
direği. Top peşinde koştursa da Atilla, yüreğinde taşıyordu Onu, o zaman da,
uzaklarda da. Ömer yakışıklı ve hassastı, mavi gözleriyle herkesin
yüreğindeydi. Açıklayamadı hiç içindekileri, kendine bile.
Gün ağarıyordu. Nefesler artık sessiz,
renkler yorgun. Gözlerde aşk, yürekler paramparça. Bir neyzen, bir kanuni, iki
solist, bir udi, bir mazharzen, bir sarod ve bir tabla üstadı. Her biri başka
bir diyardan, bir başka kadim kültürün bağrından kopup gelmiş, sözleri ve sesleri
farklı, aşkları özleri bir. Bilinenden gelip bilinmeyene uzanan, ortak bir
arzunun peşinde giden, paylaşmanın, meşkin izindeki ruhlar, dostlar sarmış
müzisyenleri, hepsinde aynı merak “Üstadımız, şöyle gönlünüzde ne vardır bu
akşam….. biz aşıklar için?” diye sorarlar.
Gün ağarıyordu. Dar uzun bir yol, taşları
kocaman, bir avluya açılıyor, avlunun etrafında taş bir bina, duvarları kalın,
tavanları yüksek. Merdiven bir sağdan, bir soldan yukarı kıvrılarak tırmanıp ortada
birbirine kavuşuyor. Demir tırabzanlar oya gibi işli. Taşlar candan, ahşap canlı.
Gün ağarıyordu. Avlunun girişten en uzak
köşesinde, merdivenlerin kuytusunda sekiz adam müzikleriyle kendilerinden
geçmişler. Karşıda yerde oturan üç kişi, iki adam ve bir kadın müziğin içinde
çözülmüş, aşk olmuşlar. Avluya bakan odalar karanlık, camlar açık, sessiz,
nefessiz.
Neyzen ortada, bir ayağını altına almış, neyi
dizine dayamış, elleri olgun, nefesi derin.
Dedesi üflemiş doğduğunda neyi ruhuna, kuşaktan kuşağa miras bu.
Konuşmayı öğrenemeden ney üflemeyi becermiş. Geleneğin içinde, geçmişten
geleceğe uzanmış. Uzaklara gitmiş, yakınları yaşayamadığından, sonunda uzakları
yakınlaştırmış. Neyin sesi bir aşk olmuş, bir nefes. El aldığı gibi, el verme yoluna
çıkmış. Aşkını meşk etmek, yaşamı olmuş. Aşkı ulaşmış arşa. Renkler, tenler ve
de rüzgâr bütünleşmiş, bir olmuş. Ân karışmış aşka, aşk ân olmuş. Ney
yönetmiş ânı ve meşke katılanları.
Leyla hâlâ sarışın. Yüreği yılların ötesinden
hâlâ bağlı, bağdaş kurup yaslanıyor yanındaki adama. Ömer’in mavi gözleri dalıp
gitmiş uzaklara, oysa Atilla hemen yanında. Her biri uzanmış kendi geçmişine,
her biri kendi umudunun peşinde. Nefesleri, tenleri karışmış birbirine,
yürekleri müziğin namelerine dönüşmüş.
Bin yıllık bir hikâye. Bir kadın ve bir erkek,
Leyla ve Atilla, ilk defa oynanan bir oyun sanki.
Müzik çalanlardan biri sedirin üzerine bağdaş
kurmuş, giysisi bir kutra. Kucağında sarodu, yanında günün teknolojisi, bir
bilgisayar. Upuzun düz saçlarının bir teli bile kıpırdamıyor. Çizgi gibi
sımsıkı dudaklarıyla çok uzaklarda. Müzik olmuş, yüzyılların ötesinden bu âna
akıyor. Duruşu taş bir heykel gibi, oysa yüreklerde yarattığı coşku yaşamın
çelişkilerini yansıtıyor en gerçeğinden.
Eskiden filler beyazmış, kanatlarıyla yükselir,
beyaz bulutlara ulaşırlarmış. İnsanlar ayıramazmış filleri bulutlardan,
bulutları zirveleri karlı dağlardan. Kadının erkeğine kavuşmasına benzermiş
fillerin bulutlara karışması. Artık ne filler beyaz, ne de kanatları var; ama
kadın erkeğine, erkek kadınına sarılıyor o kadim destandaki gibi.
Müzik sürmekte, Leyla ve Atilla avluya bakan
bir odada, cam açık, bedenleri kavuşmuş, ruhları erimiş, dinlemekteler uçuşan
çağrıları, izlemekteler kendi ezgilerini. İstekli ve utangaç. Avludan yansıyan
ışıklar dans etmekte tavanda. Ruhları, neyin namelerinin izinde.
Kendi geçmişinden bir adam sağında, sesi
başka yanık, yaşamının tınısı daha zengin, sonsuzluğun kıyısına ulaşıp dönmesinden
olsa gerek bu genç yaşında. Hindustani müziğinin üstatlarından biri solunda.
Birlikte sözlendiriyorlar neyinin nefesini, aşkları tamamlıyor birbirini,
sözcükleri farklı oysa. Ney soruyor, ilahiyle bir cevap geliyor sağdan; raga ulaştırıyor
cevabını soldan. Her cevap saygıyla eğiliyor neyin önünde, ney coşuyor, aşka
dönüşüyor, aşk ulaşıyor bulutlara. Bulutlar açık pencereden süzülüyor avludan
sızan ışıklarla birlikte.
Leyla yine, yeniden çöle gitmeyi hayal etmiş.
Kumun sarı boz renginde Atilla’nın saçlarını hissetmiş, sonsuzluğunda gözlerini
yaşamış. Hayali yan yana olmak, birlikte hakka yürümekmiş. Atilla, kanı
delilendiğinde uzaklarda almış soluğu. Leyla’nın yılları kavuşma umuduyla kayıp
gitmiş avuçlarından. Özlemi, aşkı yaşamının amacı olmuş. Beyni, yüreğine
hükmedememiş, yüreği ruhunun esiri. Kirpikleri gözlerini gölgelemiş. Sessizce
yaşamış onsuzluğu, sesi susmuş zamanla.
Kendi dünyasında bir adam, saçları, gözleri kapkara,
elinde bendiri, sımsıcak gülümsemesi yayılıyor dostlarına. Yüzü, bakışları çok
ciddi, ciddi çünkü ânı yaşıyor. Her sesi dinliyor, kendi ruhu için nameler
yaratıyor. İnce uzun parmakları yüreğini izliyor, bazen bendirin üzerinde
gezinip, bazen kucağındaki zarpın yüzünde koşturuyor. Neyin sesini izliyor,
tablaya yol açıyor, kanunla dans ediyor. En eski uygarlıkların birinden, Acem’den
uzanmış bugünün dünyasına, kavuşmuş gelenekle, buluşmuş aşkla, neyzenle.
Umudunu hiç yitirmedi Leyla. Çölde gezinirken
sabaha ulaşmayı, uçarken toprağı hissetmeyi, ayrıldıkları andan itibaren
kavuşmayı umut etti. Şimdi umudu kol olmuş, sarmış bedenini. Umudu odayı kaplamış,
açık pencereden meşk eden dostlara ulaşmış, geceyi sarmış, gün gibi ağarmaya
başlamış. Bedenlerinin her bir hücresi birbirine değiyor, ayrı ayrı bu teması
yaşıyor, tutkuyu yayıyor, çoğaltıyordu. Saçlar dağılmış, özgürlükleri gibi
uçuşuyordu. İki beden, tek nabız, iki beden tek ruh salınıyordu odanın içinde
müziğin izinde. Bedenlerin zincirleri çözülmüştü. Sonsuzluğa uzanan şehvet ve
tutku duvarları tutmuştu.
Genç bir adam, sanki görmüş geçirmiş. Önce aslanın
yelesine benzer saçlarını savurdu. Sonra bağdaşını daha da sıkıştırdı,
havalandı biraz oturduğu sedirden. Parmakları buluşmadan tablasıyla, başladılar
danslarına. Öyle bir danstı ki bu, yürekleri yerinden oynattı, damarlarda kan
akışını hızlandırdı, kavuşturdu kavuşamayanları. Neyzen kenara çekildi,
mazharzen kollarını kavuşturdu. Sadece sarodun nameleri ulaşmakta tablanın
darplarına. İlahinin kanadında ulaşmakta arzular göğe. Tüm bedeni sanki elleri,
parmakları. Parmaklarının her iki tablanın derisiyle her kavuşması, umudun
beden bulması gibi. Umut uzanıyor genç adamdan müzisyenlere, dinleyen canlara, oradan
kaplıyor binanın duvarlarını, taşlarını, sarmalıyor Leyla’yı, Atilla’yı. Arşa
uzanan aşk nameleri, güneşin ilk ışıkları gibi yağıyor avluya.
Gün ağarıyordu. Bir zamanların kıvırcık sarı
saçlısı, artık küçük olmayan o kadın küçüklüğünden beri çölün suya hasreti gibi
hasretti Atilla’ya. Leyla uçsuz bucaksız, ıssız, suskun, derin bir çöl misali
yatıyordu yatakta. Var olan tek vahaya ulaşmıştı Atilla, kana kana içiyordu öz
suyunu. Dışarıda bir rüzgâr akıp geçmekteydi ılık bir Akdeniz gecesi
laciverdinde, odada bir fırtına esmekteydi yaşamın dallarını sarsan. Eller elleri
kavramış, bedenlerin teri birbirine karışmış. Bu çölde bir yağmurdu, beklemenin
tat verdiği, gözyaşının beslediği, yaşamı yaşanır kılan bir yağmur. Su toprağın
doğumu, yağmur yenilenmeydi. Yenilendiler. Gökkuşağı renkleri gibi dingin bir
mutluluk kapladı bedenlerini.
Şükür duaları, umudun coşkusu sardı önce taş
binayı, sonra evreni. Bir tek oda bu evrenin dışındaydı. Ömer için umut anlamını
yitirmiş, sabretmek için neden kalmamıştı. Ne çöller, ne gökyüzü onu teselli edebilirdi.
Ney sesinin kanun tellerinin titreşimine karıştığı bir anda, zarp’la udun
ilahinin gölgesinde kaldığı o anda, avluya bakmayan bir pencereden bir şey uçtu
Akdeniz’in laciverdi gecesinin içine.
Gün ağarıyordu. Önce sarod, sonra kanun
sustu. Parmaklar yavaşladı, dans sona erdi. Sesler fısıldadı son sözlerini. En
son ney sessizleşti.
Çarşaflar, yastıklar durgun bir deniz gibi
kokmakta artık.
Müzik durdu, fırtına kaldı. Hayalleri
gizleyen, gizleri ışığa kavuşturan çölde umutla sabır atbaşı ilerlemekte,
yüreklerle bedenlerde.
"Neyin gerçek,gerçeğin ne olduğu belirsiz."
YanıtlaSilHarika bir tespit.