2.06.2013

Gün Ağarıyordu

                                                                             

Gün ağarıyordu. Avluyu yeşilimsi bir gri kaplamıştı. Havada portakal çiçeği kokusu. Neyin gerçek, gerçeğin ne olduğu belirsiz. Bulutlar yerlere inmiş, ağaçlar mavi.
Gün ağarıyordu, yine yan yanaydılar. Ayrı kentlere gitmeden önce, içlerindeki boşluğu hiç hissetmemişlerdi. Birlikte olmak yetiyordu, beraber oynuyor, çölü hayal ediyor, fillerle yolculuklara çıkıyordular. Sadece taburelerle yarattıkları helikopterleriyle yalnız havalanıyor, kendi yıldızlarına uçuyorlardı. Sonra ders kitapları girdi aralarına, hayalleri hep farklıydı. Kıvırcık sarı saçlıydı Leyla, üçlünün direği. Top peşinde koştursa da Atilla, yüreğinde taşıyordu Onu, o zaman da, uzaklarda da. Ömer yakışıklı ve hassastı, mavi gözleriyle herkesin yüreğindeydi. Açıklayamadı hiç içindekileri, kendine bile.
Gün ağarıyordu. Nefesler artık sessiz, renkler yorgun. Gözlerde aşk, yürekler paramparça. Bir neyzen, bir kanuni, iki solist, bir udi, bir mazharzen, bir sarod ve bir tabla üstadı. Her biri başka bir diyardan, bir başka kadim kültürün bağrından kopup gelmiş, sözleri ve sesleri farklı, aşkları özleri bir. Bilinenden gelip bilinmeyene uzanan, ortak bir arzunun peşinde giden, paylaşmanın, meşkin izindeki ruhlar, dostlar sarmış müzisyenleri, hepsinde aynı merak “Üstadımız, şöyle gönlünüzde ne vardır bu akşam….. biz aşıklar için?” diye sorarlar.
Gün ağarıyordu. Dar uzun bir yol, taşları kocaman, bir avluya açılıyor, avlunun etrafında taş bir bina, duvarları kalın, tavanları yüksek. Merdiven bir sağdan, bir soldan yukarı kıvrılarak tırmanıp ortada birbirine kavuşuyor. Demir tırabzanlar oya gibi işli. Taşlar candan, ahşap canlı.
Gün ağarıyordu. Avlunun girişten en uzak köşesinde, merdivenlerin kuytusunda sekiz adam müzikleriyle kendilerinden geçmişler. Karşıda yerde oturan üç kişi, iki adam ve bir kadın müziğin içinde çözülmüş, aşk olmuşlar. Avluya bakan odalar karanlık, camlar açık, sessiz, nefessiz.
Neyzen ortada, bir ayağını altına almış, neyi dizine dayamış, elleri olgun, nefesi derin.  Dedesi üflemiş doğduğunda neyi ruhuna, kuşaktan kuşağa miras bu. Konuşmayı öğrenemeden ney üflemeyi becermiş. Geleneğin içinde, geçmişten geleceğe uzanmış. Uzaklara gitmiş, yakınları yaşayamadığından, sonunda uzakları yakınlaştırmış. Neyin sesi bir aşk olmuş, bir nefes. El aldığı gibi, el verme yoluna çıkmış. Aşkını meşk etmek, yaşamı olmuş. Aşkı ulaşmış arşa. Renkler, tenler ve de rüzgâr bütünleşmiş, bir olmuş.  Ân karışmış aşka, aşk ân olmuş. Ney yönetmiş ânı ve meşke katılanları.
Leyla hâlâ sarışın. Yüreği yılların ötesinden hâlâ bağlı, bağdaş kurup yaslanıyor yanındaki adama. Ömer’in mavi gözleri dalıp gitmiş uzaklara, oysa Atilla hemen yanında. Her biri uzanmış kendi geçmişine, her biri kendi umudunun peşinde. Nefesleri, tenleri karışmış birbirine, yürekleri müziğin namelerine dönüşmüş.
Bin yıllık bir hikâye. Bir kadın ve bir erkek, Leyla ve Atilla, ilk defa oynanan bir oyun sanki.

Müzik çalanlardan biri sedirin üzerine bağdaş kurmuş, giysisi bir kutra. Kucağında sarodu, yanında günün teknolojisi, bir bilgisayar. Upuzun düz saçlarının bir teli bile kıpırdamıyor. Çizgi gibi sımsıkı dudaklarıyla çok uzaklarda. Müzik olmuş, yüzyılların ötesinden bu âna akıyor. Duruşu taş bir heykel gibi, oysa yüreklerde yarattığı coşku yaşamın çelişkilerini yansıtıyor en gerçeğinden.

Eskiden filler beyazmış, kanatlarıyla yükselir, beyaz bulutlara ulaşırlarmış. İnsanlar ayıramazmış filleri bulutlardan, bulutları zirveleri karlı dağlardan. Kadının erkeğine kavuşmasına benzermiş fillerin bulutlara karışması. Artık ne filler beyaz, ne de kanatları var; ama kadın erkeğine, erkek kadınına sarılıyor o kadim destandaki gibi.
Müzik sürmekte, Leyla ve Atilla avluya bakan bir odada, cam açık, bedenleri kavuşmuş, ruhları erimiş, dinlemekteler uçuşan çağrıları, izlemekteler kendi ezgilerini. İstekli ve utangaç. Avludan yansıyan ışıklar dans etmekte tavanda. Ruhları, neyin namelerinin izinde.

Kendi geçmişinden bir adam sağında, sesi başka yanık, yaşamının tınısı daha zengin, sonsuzluğun kıyısına ulaşıp dönmesinden olsa gerek bu genç yaşında. Hindustani müziğinin üstatlarından biri solunda. Birlikte sözlendiriyorlar neyinin nefesini, aşkları tamamlıyor birbirini, sözcükleri farklı oysa. Ney soruyor, ilahiyle bir cevap geliyor sağdan; raga ulaştırıyor cevabını soldan. Her cevap saygıyla eğiliyor neyin önünde, ney coşuyor, aşka dönüşüyor, aşk ulaşıyor bulutlara. Bulutlar açık pencereden süzülüyor avludan sızan ışıklarla birlikte.

Leyla yine, yeniden çöle gitmeyi hayal etmiş. Kumun sarı boz renginde Atilla’nın saçlarını hissetmiş, sonsuzluğunda gözlerini yaşamış. Hayali yan yana olmak, birlikte hakka yürümekmiş. Atilla, kanı delilendiğinde uzaklarda almış soluğu. Leyla’nın yılları kavuşma umuduyla kayıp gitmiş avuçlarından. Özlemi, aşkı yaşamının amacı olmuş. Beyni, yüreğine hükmedememiş, yüreği ruhunun esiri. Kirpikleri gözlerini gölgelemiş. Sessizce yaşamış onsuzluğu, sesi susmuş zamanla.

Kendi dünyasında bir adam, saçları, gözleri kapkara, elinde bendiri, sımsıcak gülümsemesi yayılıyor dostlarına. Yüzü, bakışları çok ciddi, ciddi çünkü ânı yaşıyor. Her sesi dinliyor, kendi ruhu için nameler yaratıyor. İnce uzun parmakları yüreğini izliyor, bazen bendirin üzerinde gezinip, bazen kucağındaki zarpın yüzünde koşturuyor. Neyin sesini izliyor, tablaya yol açıyor, kanunla dans ediyor. En eski uygarlıkların birinden, Acem’den uzanmış bugünün dünyasına, kavuşmuş gelenekle, buluşmuş aşkla, neyzenle.

Umudunu hiç yitirmedi Leyla. Çölde gezinirken sabaha ulaşmayı, uçarken toprağı hissetmeyi, ayrıldıkları andan itibaren kavuşmayı umut etti. Şimdi umudu kol olmuş, sarmış bedenini. Umudu odayı kaplamış, açık pencereden meşk eden dostlara ulaşmış, geceyi sarmış, gün gibi ağarmaya başlamış. Bedenlerinin her bir hücresi birbirine değiyor, ayrı ayrı bu teması yaşıyor, tutkuyu yayıyor, çoğaltıyordu. Saçlar dağılmış, özgürlükleri gibi uçuşuyordu. İki beden, tek nabız, iki beden tek ruh salınıyordu odanın içinde müziğin izinde. Bedenlerin zincirleri çözülmüştü. Sonsuzluğa uzanan şehvet ve tutku duvarları tutmuştu.

Genç bir adam, sanki görmüş geçirmiş. Önce aslanın yelesine benzer saçlarını savurdu. Sonra bağdaşını daha da sıkıştırdı, havalandı biraz oturduğu sedirden. Parmakları buluşmadan tablasıyla, başladılar danslarına. Öyle bir danstı ki bu, yürekleri yerinden oynattı, damarlarda kan akışını hızlandırdı, kavuşturdu kavuşamayanları. Neyzen kenara çekildi, mazharzen kollarını kavuşturdu. Sadece sarodun nameleri ulaşmakta tablanın darplarına. İlahinin kanadında ulaşmakta arzular göğe. Tüm bedeni sanki elleri, parmakları. Parmaklarının her iki tablanın derisiyle her kavuşması, umudun beden bulması gibi. Umut uzanıyor genç adamdan müzisyenlere, dinleyen canlara, oradan kaplıyor binanın duvarlarını, taşlarını, sarmalıyor Leyla’yı, Atilla’yı. Arşa uzanan aşk nameleri, güneşin ilk ışıkları gibi yağıyor avluya.
Gün ağarıyordu. Bir zamanların kıvırcık sarı saçlısı, artık küçük olmayan o kadın küçüklüğünden beri çölün suya hasreti gibi hasretti Atilla’ya. Leyla uçsuz bucaksız, ıssız, suskun, derin bir çöl misali yatıyordu yatakta. Var olan tek vahaya ulaşmıştı Atilla, kana kana içiyordu öz suyunu. Dışarıda bir rüzgâr akıp geçmekteydi ılık bir Akdeniz gecesi laciverdinde, odada bir fırtına esmekteydi yaşamın dallarını sarsan. Eller elleri kavramış, bedenlerin teri birbirine karışmış. Bu çölde bir yağmurdu, beklemenin tat verdiği, gözyaşının beslediği, yaşamı yaşanır kılan bir yağmur. Su toprağın doğumu, yağmur yenilenmeydi. Yenilendiler. Gökkuşağı renkleri gibi dingin bir mutluluk kapladı bedenlerini.
Şükür duaları, umudun coşkusu sardı önce taş binayı, sonra evreni. Bir tek oda bu evrenin dışındaydı. Ömer için umut anlamını yitirmiş, sabretmek için neden kalmamıştı.  Ne çöller, ne gökyüzü onu teselli edebilirdi. Ney sesinin kanun tellerinin titreşimine karıştığı bir anda, zarp’la udun ilahinin gölgesinde kaldığı o anda, avluya bakmayan bir pencereden bir şey uçtu Akdeniz’in laciverdi gecesinin içine.

Gün ağarıyordu. Önce sarod, sonra kanun sustu. Parmaklar yavaşladı, dans sona erdi. Sesler fısıldadı son sözlerini. En son ney sessizleşti.

Çarşaflar, yastıklar durgun bir deniz gibi kokmakta artık.


Müzik durdu, fırtına kaldı. Hayalleri gizleyen, gizleri ışığa kavuşturan çölde umutla sabır atbaşı ilerlemekte, yüreklerle bedenlerde.

1 yorum:

  1. "Neyin gerçek,gerçeğin ne olduğu belirsiz."
    Harika bir tespit.

    YanıtlaSil