7.05.2014

Dünya Dönmeye Devam Ediyor



Son Durak 
Ekim 2011

Öldüm dedi, öldürdüm demek isterken
Öldüm dediğini duydum, onun olan beni öldürürken
Onsuz ve onun olan bensiz ben kaldı bana…

Dünya dönebilir mi yeniden?

Hisar’da bir çay bahçesi. Masada ince belli çay bardağı, kapağı turuncu kareli defter. Kadın yalnız. Elinde kalem, oturuyor. Gözleri uzaklarda. Mehmet Efendi arada çay bardağını dolusuyla değiştiriyor, kahvaltıya arkadaşı geldikten sonra geçeceklerini biliyor. Kısa aralıklarla kapıya mı bakıyor, yalnızca unuttuğu sözcüğü mü bulmaya çalışıyor oralarda, diye geçiriyor içinden. Bu sabah bir şeyler farklı galiba. Genç bir delikanlıydı kadını burada ilk defa o adamla gördüğünde. Ne genç, ne deli artık.

Sabah serince. Güneş bulutların ardında. Gökyüzü ve sular gri beyaz. Kıyıdaki ıslak bankın üzerinde bir martı, durduğu yerde kanatlarını açsa da ara sıra dosdoğru karşıya bakıyor kıpırdamadan. Çöpçü geceden kalanlarla ilgilenmeden banka yaklaşıyor. Martı aniden yükseliyor, grilerin içine. Kanatları hızla inip çıkıyor, sonra yükseklerde süzülüyor.


“Şu martı gibi bir anda başladım yolculuğuma, daha çok gençtim. Yıllarca yollardaydım. Zamanla her şey tükenmiş, ben anlamamayı seçmişim. Bitiremedim bir türlü, yoldaymışçasına oyalandım. Bir telefon konuşmasıyla öldü. Sabahtan beri izliyorum martıyı, uçuşunu, yeni bir yolculuk mu, yok hayır, artık sadece yerleşmek istiyorum.” dedi kadın sessizce. Mehmet Efendi içtenlikle dinledi, çok konuşmazdı, hayırlısı dedi.

Bir taka geçiyor, allı yeşilli değil, nazlı yelkenleri de yok. Kadın gözden kayboluncaya kadar izledi, bir taka çizdi defterine. Kalemi bıraktı, defteri kapattı. Mehmet Efendi’yle göz göze geldiler: “Çok açıktım”, dedi. “Tamam, her zamankinden …”, dedirtmedi. “Bal kaymak, istiyorum önce, sahanda yumurta, kaşarlı simit, zeytin, siyah zeytin,” dedi, “bir de sigara böreği” istedi. Sesi de, ısmarladıkları da şaşırtınca keyiflendi, “bir de sahanda sucuk istiyorum” diye ekledi. “Canım çekti,” dedi. Çay Bahçesine çıkan merdivenler boştu, Mehmet Efendi salona açılan kapıya da bir göz attı, kadife pantolonlu adamı göremeyince mutfağa yöneldi, aşçıya talimatlarını sıraladı.

Ortası çukur tabağın ortasında beyaz bir kaymak lülesi. Zirvesi karla kaplı bir dağa benzemiyor mu? diye sordu kadın, cevabı beklemeden defterine, hep böyle bir dağa sığınmak mı istedim, diye bir not düştü. Çatalının ucunu kaymağa batırdı, beyazlık yayıldı, tabağı kapladı. Kucaklayacak birini mi aradım onda, diye ekledi sorusunun altına. Kalem, çatal, kaymak ve soru işaretleri, ünlemler, noktalar birbirini izledi. Defter, çatal, kalem el değiştirdi. Tabağın çevresinde altın sarısı, mis kokan bal. Parıltılı, yol gösteren değil, izleyen birine benzetti.

Pencereden dışarı baktı. Kocaman, kapkara bir tanker, suları yararak ilerliyor. Burunda ve yanlarda köpüren dalgalar canını acıtmış gibi yüzü kasıldı. Pişmanlık mı bu? diye yazdı, altını çizdi, birkaç defa ve kalın çizgilerle. Bembeyaz kaymaktan bir çatal aldı, gözleri kısıldı. Çatalının ucuyla bir yudum bal attı ağzına, hemen bir yudum çayla ağzını çalkaladı. Kaymak yumuşadı, ikiye ayrıldı, bal hemen boşalan yere doldu. Sarının beyaz içinde ilerleyişinden, beyazın sarıyı kucaklamasından gözlerini ayıramadı, oturduğu yerde belli belirsiz dansa katıldı.
Sıcak çay getiren Mehmet Efendi’ye gülümsedi, “Şu bal- kaymak neler hatırlattı neler, güzeldi o günler,” dedi dudaklarından çenesine doğru sızan ballı kaymağı yalarken. Parmağına bulaşanlara baktı gülerek, tabağa sıvanmış beyaz sarı bulamacı uzattı, “tamam, alabilirsin, sağ ol” dedi. Göğsüne damlamış olanı ballı kaymağı fark etmedi. Martı havalandı, güneş parladı. Gün doğdu. Yeni sayfanın ortasına yazdı: Dünya dönebilir mi yeniden?


Tiz bir telefon sesi. Kadın kalemini bıraktı, etraftakilere baktı. Kimin telefonuydu bu sefer, niye açmıyordular, belki iyi bir haberdi gelen. Daha dün yaşamamış mıydı, korkmuş açamamış ve sonlandığında dünya dönmeye başlamamış mıydı? Cebinden telefonunu çıkardı, masanın üzerine koydu. Saatine baktı, daha yirmi dört saat bile geçmemişti. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı.

……
- Sağ ol, sen nasılsın?
…….
- Uzun zaman geçti, doğru. İyiyim, işler fena değil.
……
- Buralardayım. Okuyorum, yazıp çiziyorum işte.

Bunlar değil söylemek istediği. İstemiyorum ne dinlemek, ne söylemek.
Uzatıyor, sesi de esleri de saldırı belirtisi, ağır olacağa benziyor.

Hımmm, başlıyor tantana.

- Vaktim olmuyor bu sıralar. Sahilde yürüyorum. Evet bazen düşünüyorum, tabii.

Sussa artık, kirletmese, ne geçmişi, ne şimdiyi. Bu sefer bulaştırmayacağım çamurunu üzerime.
……
Hayret, hala çıldırtamadı?
…..
Bazen en iyi cevap susmak, demişti Mehmet Efendi geçenlerde. Doğruymuş. Nasıl bitirecek, nasıl toparlayacak. Hem kurban, hem savcı, hem yargıç.
Her cümlesi, sırtımda her an daha da ağırlaşan yüklerden birini yok ediyor sanki. Ne oluyor? Ne demek bu?
…..

Kin bu, nefret, öfke. Nasıl çırpınıyor haklı olduğunu ispat etmeye, sadece kendinin hak ettiğine. Her zaman, her yerde hep o haklı olmalı.

Öldüm, dedi.

Öldüm dediğini duydum. Öldüm, öldüm, öldüm, yankılanıyor, yoksa tekrarlıyor mu?
Kendime geldiğimde, hat kesilmiş. Kaygısız, korkusuz bir boşluk … Beklentisiz hafiflik, huzur. 
Dünya dönecek, dönüyor, tekrar, mı?

Sade kahvesini içti, kalktı, herkese iyi günler diledi, mutfak penceresinden başını uzatıp aşçılara teşekkür etti. Kapıdan dönüp bir defa daha baktı salona. Merdivenlerden inen genç bir kadındı, sekerek iniyor, saçları uçuşuyordu.

Turuncu defteri yeni delikanlı buldu masanın altında. Etraf sakinleştiğinde Mehmet Efendi çekinerek okumaya başladı, başını kaldırmadan sürdürdü. Yazılanlar bitti, hala aradığını bulamamış gibi sayfaları çevirmeyi sürdürdü. Defteri saklar, bir iki gün içinde kadın gelince verirdi, nasılsa. O sırada gördü arka kapakta yazanları.

Son! Yolculuk tamamlandı. Söylenenleri ve söylenmeyenleri Boğaz’ın sularına gömdüm. Bitti.
Dünya dönüyor…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder